Cevat Sağlam



30.6.11

SEYAHAT ETMEK VE MİSAFİRPERVERLİK


SEYAHAT ETMEK VE MİSAFİRPERVERLİK
   İslâmiyet konukseverliği,yolcuya ikramda bulunmayı emreder.Bu hususa,Nisâ Sûresi’nin 36.ayetinde belirlenen önemli görevlerimiz arasında şöyle değinilmiştir:
   “Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.Ana-babaya,akrabaya,yetimlere,yoksullara,yakın komşuya,uzak komşuya,yakın arkadaşa,yolcuya,ellerinizin altında bulunanlara(köle,cariye,hizmetçi ve benzerlerine)iyi davranın;Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.”(1)Hazreti Peygamber de bu konuda mealen:
   “…Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse,misafirlerine ikram etsin…”(2)buyurmuşlardır.Yüce Rabbimizin ve sevgili Peygamberimizin bu emir ve tavsiyelerine uyan kimseler,konukseverliği kutsal bir görev bilir;misafiri âdeta İlâhî bir armağan sayarak onu”Tanrı misafiri”diye güleryüzle karşılar;elden geldiğince izzet ve ikramda bulunarak rahat ettirmeye çalışır.Halk arasında söylene gelen “Misafir kendi kısmeti ile gelir”sözü,misafirin konak yerine hayır ve bereket getirdiğine inanmanın ve ona yapılan hizmetleri azımsamanın gönül alıcı ifadeleridir.
   Gelen misafir bir akrabamız,arkadaşımız,komşumuz,tanıdık veya tanımadık herhangi bir kimse olabilir.Bunlardan başka bir de dış ülkelerden memleketimize gelen ziyaretçiler de vardır ki onlara da iyi davranmalı,elden geldiğince yardımcı olmalı,hiç olmazsa güleryüz göstermeli ve onlara bir malı gerçek değerinden fazlaya satmamalıyız.Unutulmamalıdır ki,gittiğimiz ülkelerde ya da yerlerde iyi karşılanmak bizim nasıl hoşumuza gidiyorsa,bize gelen misafirler de iyi karşılanmaktan hoşnut kalacaklardır.
   Konukseverlik ve iyilikseverlikte eşsiz örnek olan Ensar’ın ulaştığı İlâhî övgüyü burada hatırlatmak isteriz.Ayet-i Kerim’e meali şöyle:
   “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler,kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler.Kendileri zaruret  içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler.Kim nefsinin cimriliğinden korunursa,işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”(3)
   İslâmiyet,misafirlere iyi davranmayı emrettiği gibi,müminleri,gezip dolaşmaya,seyahat etmeye de çağırır.Mülk Sûresi’nin 15.inci ayetinde:
   “Yeryüzünü size boyun eğdiren O’dur.Şu halde yerin omuzlarında (üzerinde)dolaşın ve Allah’ın rızkından yeyin.Dönüş ancak O’nadır”(4)buyrularak istifademize sunulan dünyada,gezip dolaşmamız,helâl rızık kazanma yollarını aramamız bildirilmiş,dünyevî nimet peşinde koşarken,uhrevî hayatımıza da hazırlanmamız gerektiği,zira ne yaparsak yapalım sonucun Allah’a dönüp,hesap vermek olduğuna dikkat çekilmiştir.
   “De ki:Yeryüzünde dolaşın,sonra (Peygamberleri)yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bakın!”(5),”De ki:Yeryüzünce gezin de,günahkârların âkibeti nice oldu görün!(6)meallerindeki ayetlerde ise,seyahat etmenin tarihten ibret almak için önemine işaret edilmiş,geçmiş milletleri sadece kültürleriyle,uygarlıklarıyla değerlendirmenin yeterli olmadığı,bunlarla birlikte,özellikle inançlarıyla,ahlâklarıyla ve yıkılış sebebiyle araştırarak bunlardan ders alınması gerektiği hatırlatılmıştır.
   Uzak yerleri gezip görmek geçmişten ders almak için olduğu kadar sağlık ve ticaret için de önemlidir.Bir hadis-i şerifte mealen:
   “Seyahat ediniz(böylelikle)sıhhat bulursunuz ve rızıklanırsınız.”(7)buyrulmuştur.
   Sözün özü:Seyahat etmek sağlık için,rızıklanmak için,tarihten ibret almak için,bilgi ve görgünün  artması için,uluslararası sanat,medeniyet ve kültür alışverişi için önemlidir.Gelen misafirlere elden geldikçe ikramda bulunmak,özellikle dış ülkelerden gelen konuklara karşı dinimizde,güzel örf ve adetlerimize uygun bir biçimde dürüst ve kibar davranmak hem millî hem de dinî bir görevdir.
   Sohbetimizi iki hadis-i şerif mealiyle noktalayalım:
“Misafire hürmet ve riâyet vacibdir.”(8),”Misâfir rızkıyla beraber gelir ve hâne sahibinin günahlarını afva  vesîle olarak gider.”(9)



____________________________________
1-Nisâ Sûresi;ayet:36
2-Tecrid-i sarih Terc.12/131
3-Haşr Sûresi;ayet:9
4-Mülk Sûresi;ayet:16
5-En’am Sûresi;ayet:11
6-Neml Sûresi;ayet:69
7-Ö.N.Bilmen,Hikmet Gonceleri 500 Hadis sh:136
8-Kenzü’l-İrfan sh:96 (Buharî savm,54;İbn Mace,edeb,5
9-Kenzü’l-İrfan sh:97 (Münâvî Künuzu’l hakaık,sh:82
Devamını Oku

29.6.11

MELEKLERE İMAN


MELEKLERE İMAN
   İslâm’da iman esaslarından biri de meleklere inanmaktır.Meleklerin varlığını bütün peygamberler ve semavî kitaplar haber vermişlerdir.Melekleri inkâr eden,bütün peygamberleri ve kitapları inkâr etmiş olur.Bunu belirleyen ayet-i kerimelerden bazıları meal olarak şöyledir:
   “Peygamber,Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti,müminlerde(iman ettiler).Her biri Allah’a,meleklerine,kitaplarına,peygamberlerine iman
ettiler…”(1),”…Kim Allah’ı,meleklerini,kitaplarını,peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam manasıyla sapıtmıştır.”(2)
   Melekler,ruhanî ve nuranî varlıklardır.Bu nitelikleri onların görülmesine imkân vermez.Ancak bundan peygamberler müstesnadır.Melekler Allah’ın emirlerine karşı gelmezler ve emrolundukları şeyleri aynen yaparlar.(3)Meleklerin yemesi,içmesi,yatıp uyuması,erkekliği,dişiliği yoktur.Onlar yerde,gökte ve her yerde bulunurlar,değişik şekillere girebilirler.
   Meleklerden “İlliyyûn mukarrebun”diye anılan bir grup vardır ki,bunlar hakkında yüce Kitabımızda meal olarak:
   “…Andolsun iyilerin kitabı İlliyyûn’dadır.İlliyyûn nedir,bilir misin?(O illiyyûn’daki kitap)içinde ameller kaydedilmiş bir kitaptır.O kitabı,Allah’a yakın olanlar görür.”(4)buyrulmuştur.Bu melekler,daima Cenab-ı Hak’ka,şükrederek,hamdederek,O’nun yüceliğini ve eşsizliğini anarak ibâdet etmekle meşguldürler.
   “Müdebbirat”adıyla anılan bir diğer grup meleklere Kur’an-ı Kerim’de”And olsun işi yönetip yönlendirenlere(5)mealinde değinilmiştir.Bu melekler,maddî âlemin nizam,düzen, seyr ve gelişmesinde İlâhî iradenin yerine gelmesi için görevlidirler.
   Diğer bir grup melek ise,insanın psikolojik hali ve manevî gelişimi için görevlidir.Bu gruptaki meleklerin en büyüklerinden olan Cebrail aleyhisselâm,İlâhî vahyi peygamberlere bildirmekle görevlidir.Cebrail aleyhisselâm’a “Vahiy meleği”,”Ruhu’l-Kudüs”,”Ruhu’l-Emin”isimleri de verilmiştir.
   Bu gruptaki meleklerin bir diğer görevi de peygamberlere ve salih kişilere sıkıntılı ve üzüntülü anlarında kuvvet vermek ve onların maneviyatlarını yükseltmektir.Bedir ve Huneyn savaşlarında rahmet melekleri gönderilerek,müminlere moral,sabır ve güven sunulduğu,kâfirlerin de morallerinin bozulduğu Kur’an-ı Kerim’de bildirilmiştir.(6)
   Ayrıca bu meleklerin,Allah’ı gazaplandıran kötü ruhlu insanlara verilen ilâhî cezayı ifa etmek ve müminler için mağrifet dilemek gibi görevleri de vardır.Bu hususlara değinen bazı ayet-i kerimeler meal olarak şöyledir:
   “Ya melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak!”(7),”Arşı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunanlar(melekler),Rablerini hamd ile tesbih ederler.O’na iman ederler.Müminlerin de bağışlanmasını isterler”Ey Rabbimiz!Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır.O halde tövbe eden ve senin yoluna gidenleri bağışla,onları Cehennem azabından koru!”derler.”(8)
   Meleklerden bir kısmının da özel görevleri vardır.Meselâ”Hafaza”adı verilen iki melek vardır ki,bunlar insanların iyi ve kötü bütün davranışlarını yazarlar.Bu gerçek yüce kitabımızda şu mealde bildirilmiştir:
   “Şunu iyi bilin ki üzerinizde bekçiler,değerli yazıcılar vardır,onlar,yapmakta olduklarınızı bilir.İyiler muhakkak Cennette,kötüler de Cehennemdedirler.”(9),”O,kullarının üstünde yegâne kudret ve tasarruf sahibidir.Size koruyucular gönderir…”(10)
   Özel görevleri olan melekler arasında “Münker ve Nekir”adı verilen melekler vardı ki,bunlar,insanlara öldükten sonra kabirde sual sormaya memurdurlar.
   Ayrıca Vahiy getirip peygamberlere tebliğ etmekle görevli Cebrail aleyhisselâmdan başka,insanların ecel vakitleri gelince ruhlarını almak için görevli Azrail aleyhisselâm,yeryüzündeki rüzgâr,yağmur,ekin ve benzeri olayların meydana gelmesi için görevlendirilen Mikâil aleyhisselâm,Kıyamet gününün kopmasına ve öldükten sonra bütün insanların tekrar dirilmesine memur edilen İsrafil aleyhisselâm gibi büyük melekler de vardır.
   Bunlardan başka,yüce Kitabımızda,Cennet ve Cehennemde görevli meleklerden de bahsedilmektedir.(11)
   Bu âlemde bizim bilmediğimiz daha nice melek ve daha nice yaratık vardır,Kur’an-ı Kerim ifadesiyle”Rabbinin ordularını,kendisinden başkası bilmez”(12)Gözle görmediğimiz bir şeyi inkâr etmek,hayatımızın özü olan ruhumuzu inkâr etmek gibi yersiz olur.Başta “Amentü billahi”ibaresinde ifadesini bulan iman esasları olmak üzere,yüce dinimizde inanılması gereken hususların hepsi bir bütünlük arz eder.Bu sebeple bunlardan bir kısmına inanıp bir kısmına inanmayan kimse,tamamına inanmamış olacağından İslâm dininden uzaklaşmış olur.


___________________________
1-Bakara Sûresi;ayet:285
2-Nisa Sûresi;ayet:136
3-Tahrim Sûresi;ayet:6
4-Mutaffifin Sûresi;ayet:18-21
5-Naziat Sûresi;ayet:5
6-Tövbe Sûresi;ayet:25-26
7-Muhammed Sûresi;ayet:27
8-Mümin Sûresi;ayet:7
9-İnfitar Sûresi;ayet:10-14
10-En’am Sûresi;ayet:61
11-Zümer Sûresi;ayet:73
12-Müddessir Sûresi;ayet:31


Devamını Oku

28.6.11

CUMA GÜNÜ VE NAMAZININ FAZİLETLERİ


CUMA GÜNÜ VE NAMAZININ FAZİLETLERİ
Yerine getirmekle yükümlü olduğumuz farzlardan biri Cuma namazıdır.Yüce Rabbimiz,bir ayet-i celilesinde bizi bu göreve şöyle çağırıyor:
   “Ey iman edenler!Cuma günü namaza çağırıldığı (ezan okunduğu)zaman,hemen Allah’ı anmaya koşun ve alış verişi bırakın.Eğer bilmiş olsanız,elbette bu sizin için daha hayırlıdır.”(1)
   Bazı kaynaklarda belirtildiğine göre Cuma namazı hicretten önce farz kılınmış ancak müşriklerin baskısı yüzünden Mekke’de kılınamamıştır.Bazı sahabiler Medine’ye hicret edince Hz.Peygamber(S.A.V.),onların da arzularını göz önüne alarak Cuma namazını kılmalarını emretmiş ve ilk Cuma namazı Beyâda oğullarının Harra köyüne ait olan Nebid düzlüğündeki Naki’ul-hadımatda,Esad bin Zürâre tarafından kıldırılmıştır.
   Allah Elçisi,hicret esnasında Kuba’ya gelince burada ondört gün kalmış,en yakınlarıyla beraber bizzat çalışarak Kuba mescidini yapmışlardır.Sonra bir Cuma günü Medine’ye gitmek için yola çıkmışlar,Cuma namazı vaktinde Medine’ye bağlı bulunan Sâlim bin Abf yurduna gelmişler ve Rânûna vadisinde ilk Cuma’yı kıldırmışlardır.Bu,sevgili Peygamberlerimizin kıldırdığı ilk Cuma’dır.
   Bu uygulamaya bakarak Cuma namazının,hicretin ilk yıllarında farz kılındığı ifade edilmiştir.(2)Hiçbir özrü olmadan Cuma namazını terkedenler hakkındaki Resulullah’ın şu hadis-i şerifleri pek düşündürücüdür:
   “Bir kimse(meşru bir)mazereti olmadığı halde önemsemeyek üç Cuma’yı terk etse Allah onun kalbini mühürler.”(3)
   Cuma namazının bir kimseye farz olabilmesi için diğer namazlardakine ilâveten erkek olmak,hür olmak,yolcu olmayıp mukim olmak,ayakları olmak,kör olmamak,hasta olmamak ve namaza gitmeye mani bir özür bulunmamak gibi şartlar aranır.
   Kadınlar,hürriyeti kendi elinde olmayanlar,yolcular,düşkün ihtiyarlar,iki gözü birlikte görmeyenler,iki ayağı olmayanlar,hastalar ve Cuma’ya gitmekle hastalığı artacak ya da kesin olarak bir zarar görecek olanlar,arzu ederlerse evlerinde öğle namazını kılarlar,isterlerse Cuma’ya giderler.Kendilerine farz olmamakla beraber Cuma’ya gidip,Cuma namazını kılarlarsa artık o günün öğle namazını ayrıca kılmalarına gerek kalmaz.
   Seferî olan bir kimse,geçici olarak bulunduğu bir yerde en az 15 gün kalmaya niyet ederse,artık o,misafirlikten çıkıp,mukim sayıldığından ona orada Cuma namazı farz olur.
   Özürlü olanların Cuma günü şehirde öğle namazını Cuma namazından önce kılmaları mekruh olduğu gibi,Cuma kılındıktan sonra cemaatle kılmaları da mekruhtur.Bunların,öğle namazlarını Cuma namazı kılındıktan sonra kılmaları müstehabdır.Her ne suretle olursa olsun Cuma’ya gidemeyen kimselerin o gün şehir içinde öğle namazını cemaatle kılmaları mekruhtur.Fakat,Cuma namazı kılınmayan köylerde bulunanların Cuma günü öğle namazını cemaatle kılmaları caizdir.
   Bir kimse,Cuma günü özrü bulunmadığı halde Cuma namazını kılmadan öğle namazını kılacak olsa,bu namazı sahih olursa da,Cuma namazını terkettiğinden  günaha girmiş olur.
   Cuma namazının farz olması için bazı şartlar olduğu gibi sahih olması için de bir takım şartlar vardır.Bunlar:
   Cuma’nın öğle namazının vektinde kılınması,namazdan önce hutbe okunması,Cuma kılınan yerin herkese açık olması,imamdan başka en aşağı üç erkek cemâatin bulunması,Cuma namazını kıldırmak için resmen izin verilmiş bir kimsenin bulunması,Cuma kılınacak yerin şehir veya şehir hükmünde olmasıdır.
   Cuma günü ve namazının büyük faziletleri vardır.Allah Tealâ aylar içinde ramazanı,geceler içinde kadir gecesini,yeryüzünde Mekke’yi,insanlar içinde Hz.Muhammed’i seçtiği gibi günler içinde de Cuma’yı seçmiştir.Cuma günü Müslümanların haftalık bayram günüdür.Her Cuma,sonraki Cuma’ya kadar günahlara keffâret vesîlesidir.Cuma günü yapılan yardım ve iyilikler,diğer günlerde yapılanlardan daha ecirli ve sevaptır.
     Cuma gününde tekbir almak,yıkanmak,misvak kullanmak,temiz ve güzel elbiseler giyinmek,hoş koku sürünmek müstehab;ezan okununca başka işlerle uğraşmayıp hemen camiye gitmek vacip;camiye erkence gitmek ve iki rek’at “Tahhiyyatü’l-mescid”namazı kılmak ise mendupdur.
   Hutbeye başlamadan camiye girildiğinde,kimseyi rahatsız etmemek şartı ile hatibe yakın yere kadar gidilebilir.Bu mümkün değilse bulunan yere oturulur.Hatip minbere çıkınca,cemaatin susup dinlemesi,selâmlaşmaması ve nafile namazı kılmaması gerekir.
   Cuma günü ve namazı ile ilgili hadis-i şeriflerden bazıları meal olarak şöyledir:
   “Cuma gününde bir saat vardır ki,bir Müslüman namaz kıldığı halde o saate rastlarda Allah’tan bir şey dilerse,muhakkak Allah onun dilediğini yerine getirir.”(4),"Güneşin,üzerine doğduğu günlerin en hayırlısı Cuma günüdür.Âdem aleyhisselâm  o gün yaratıldı,o gün Cennet’e girdi,o gün Cennet’ten yere indirildi.O gün tövbesi kabul olundu ve o günde ruhu teslim oldu.Kıyamet de Cuma günü kopacaktır."
   Her Cuma,camide müminlerin görüşmeleri,beraberce coşkuyla va’z ve hutbe dinleyip saf tutarak,huşû içinde kulluk görevlerini ifa etmeleri,aralarındaki kardeşlik bağlarını daha da güçlendirmek toplumda huzur ve güvenin sağlanmasına vesîle olur.
   Ne mutlu yüce Mevlâ’nın emirlerine uyup,rızasına nail olanlara…
  

_______________________________
1-Cuma Sûresi;ayet:9-10
2-Tabakatü’l-kübra,1/244(Beyrut,1960)
3-Tac Tercemesi,1/475
4-Riyazü’s-Salihîn Tercemesi,2/244
5-Ebû Davûd,1/634
Devamını Oku

27.6.11

İSLAM DİNİNİN KORUNMASINI EMRETTİĞİ BEŞ ESAS


İSLAM DİNİNİN KORUNMASINI EMRETTİĞİ BEŞ ESAS
   İslâm dini beş ana esasın korunmasını zaruri görür.Bunlar:Dini muhafaza,nefsi muhafaza,aklı muhafaza,nesli muhafaza ve malı muhafazadır.
  Dinin muhafazası,ona iman edilmesi,aslı ve sadeliği ile onun öğrenilmesi,amelî olarak hükümlerinin yaşanması ve insanlara tebliğ edilmesi ile olur.”Din ruhları doyuran ve huzura erdiren manevî bir gıdadır.”Gerçek iman,kişiyi ibâdete,hayra,iyiliğe,güzele ve çalışamaya yönlendirir;kötülükten,tembellikten ve zararlı işlerden sakındırır.Öyleyse imanımızı riya,hurafe ve bid’atlerden arındırıp,amellerimizi gerektiği şekilde yerine getirerek onu korumalıyız.
   Muhammed Abdûh,ne yaptığının bilincinde olmayan ve batıl inançlara saplanan Müslümanları kastederek”İslâmiyet bir tarafta,Müslümanlar başka tarafta kaldırlar.”diye yakınmakta;Mehmet Âkif de bu konudaki üzüntüsünü Safahat adlı kitabında “Dinde kürkün aynı olmuş:Ters çevirip giymişiz”şeklinde dile getirmektedir.
   Yüce dinimiz herkese vicdan hürriyeti tanımakta,herkesi imanında,ibâdetinde serbest bırakıp kendi hallerinde yaşayan,İslâm’a ve Müslümanlara karşı bir davranışta bulunmayan müşriklere,putperestlere ve ateistlere bile,adalet çevresi içinde”İslâm’a davet”hariç,dokunmamaktadır.
   Gayri Müslimler arasında Ehl-i kitap dediğimiz yahudi ve hristiyanlar gibi İslâm’dan önce bir zaman için Allah tarafından gönderilmiş bir peygambere bağlı bulunanların bazı özellikleri vardır.Dinimiz bazı müstesnalar dışında Ehl-i kitabın yiyeceğini yasaklamaz ve onlardan kız almaya müsaade eder.Ancak Müslüman erkeğin ehl-i kitap dışında bir gayri müslimle evlenmesine,Müslüman kadının da kitap ehli olsun ya da olmasın hiçbir gayri müslimle evlenmesine izin vermez.Kitap ehli bir kadınla evli olan bir Müslüman karısının dini inançlarına ve ibâdetlerine karışmaz.Kadın hristiyan ise kiliseye,müsevî ise havraya gitmekte serbesttir.
   İslâmiyet’de ehl-i kitap gibi ehl-i zimmetin de bazı özellikleri vardır.Zimmî veya ehl-i zimmet Müslümanların himayesinde bulunan gayri Müslim kişiye denir.Zimmîler,din ve inanç dışında kalan alanlarda Müslümanlarla eşite haklara sahiptirler.Hz.Peygamber (S.A.V.) bir hadislerinde meâlen:
   “Her kim,bir zimmîye eziyet ederse ben,o kimsenin hasmıyımdır.Ben kime hasım olmuş isem Kıyamet gününde ondan davacı olurum.”(1)buyurmuşlardır.Kur’an-ı Kerim’de Allah’a ortak koşan ana babayla dünya işlerinde iyi geçinmeyi emreder.”(2)
   Nefsin muhafazası,insana gereken saygının gösterilip hayatının korunması ile olur.İslâm’da hayat kutsal ve tabii bir haktır.Kur’an ifadesiyle,bir kimseyi,bir kimseye ya da yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldüren bütün insanları öldürmüş gibi olur…(3)(ve onun)cezası içinde ebediyen kalacağı Cehennemdir.Allah ona gazap etmiş,onu lânetlemiş ve onun için büyük azap hazırlamıştır.”(4)Dinimizde başkalarının canına kıymak nasıl haram ise kişinin kendi canına kıyması,yani intihar etmesi de bir cinayettir ve haramdır.İnsanlara işkence yapmak yasaktır.
   Bulaşıcı hastalıklardan korunmak ve hastalanınca tedavî olmak bir görevdir.İmam Gazalî,tıp tahsilinin farz-ı kifâye olduğunu ve doktorsuz yerde yaşamanın caiz olmadığını söyler.Hayat kurtarmak için haram olan şeyler,zaruret dolayısıyla helâl olur.Açlıktan ve susuzluktan ölüm tehlikesinde kalan kimsenin,hayatını kurtaracak kadar haram olan yiyecek ve içeceklerden yararlanması caizdir.Nefsin korunması ve hayatın devamı için çalışıp ailenin ihtiyaçlarını temin etmek günahların affına en büyük vesîledir.Nitekim bir hadis-i şerifte mealen:
   “Günahlardan öyle günah vardır ki,nafile namaz,oruç,hacc ve umre onu affettiremez.Lakin geçim sağlamak için yapılan çalışmadan hasıl olan yorgunluklar,o günahın bağışlanmasını mucib olur.”(5)buyrulmuştur.İslâm’ın getirdiği bu eşsiz hayat hürriyeti kısa zamanda başta güçsüz ve kimsesizler olmak üzere herkesin can güvenliğini sağlamış;kız çocukları diri diri toprağa gömülmekten kurtarmıştır.
   Aklın korunması,ona zıd olan ve zarar verecek şeylerden sakınmakla gerçekleşir.Akıl insanın en kıymetli varlığıdır.Akıl nimetinden mahrum olan kimse,diğer bütün nimetlerden de mahrum kalır.Öyleyse aklı giderecek ya da zedeleyecek içki ve uyuşturucu gibi zararlı şeylerden uzak durmalıyız.Kur’an-ı Kerim haram ile nefsimizi mahvetmememizi,(6);kendimizi kendi elimizle tehlikeye atmamamızı emrediyor.(7)
   Neslin muhafazası,nikâhla meşru aile binasının kurulması,zina ve zinaya sebep olacak şeylerden uzak kalınması ile olur.İnsanın ırzı ve namusu en şerefli varlığıdır.Gıybet,alay,ayıp arama,sü-i zan yasakları,namus ve şerefli koruma cümlesinden tedbirlerdir.İslâmiyet insan onur ve haysiyetini güvence altına almak için birçok hükümler koymuştur.Bir kimsenin şeref ve namusuna iftira edene,ırza saldırana ceza verilir.Yüce Kitabımız aileden:
   “Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peydâ etmesi de O’nun (varlığının)delillerindendir.Doğrusu bunda,iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.”(8)şeklinde hoş bil dille bahseder.Namus ve şeref iftira edenlerin acı sonuçlarını da şöyle belirler:
   “Namuslu,kötülüklerden habersiz mümin kadınlara zina isnadında bulunanlar,dünya ve ahirette lânetlenmişlerdir.Yapmış olduklarına,dilleri,elleri ve ayaklarının,aleyhlerinde şahitlik edeceği gün onlar için çok büyük bir azap vardır.”(9)
   Malın muhafazası,onun meşru yollardan kazanılması ve meşru yerlere harcanması ile gerçekleşir.İslâmiyet şahsi mülkiyeti temel bir hak olarak kabûl eder.Mal ve mülk elde edebilmek için ziraat,ticaret,zanaat gibi meşru yollar gösterir;mülkiyeti sözleşme ve anlaşma ile meşru surette değiştirir.Dinimizde bir kimsenin rızası olmadan malına dokunulamaz.Malını koruması ve müdafaa etmesi herkesin meşru ve tabii bir hakkıdır.
   İslâmiyetten önce mal telâkkisi çok başkaydı.Kızlar,kadınlar eşya gibi görülür,miras malları arasında taksime tabi tutulurdu.Anarşi içinde yaşayan halk çapulculukla,yağmacılıkla geçinirdi.Yüce dinimiz bütün bunları yasaklayıp,malı meşru yollardan kazanmayı ve harcamayı emretmiş,toplumda mal güvenliğini sağlamıştır.Cimrilik yapıp zekâtını,vergisini vermeden elde olanı tutmak ya da helal-haram demeden mal derlemek,onu korumak değildir.Mal bir ihtiyacı karşılamak,hayatı sürdürmek,iyilik yapmak ve dinî bir vecibeyi yerine getirmek gibi gayelerle harcanır.
   Yüce dinimizde muhafazası emredilen bu beş esasa uyan fert ve toplumlar refah ve huzura ererler.Bunların zıddına hareket edenler ise hüsrandadırlar.



______________________________
1-Keşfü’l-hafa,Hadis No:2341;Fethu’l-kebir 3/144
2-Lokman Sûresi;ayet:15
3-Mâide Sûresi;ayet:32
4-Nisa Sûresi;ayet:93
5- Keşfü’l-hafa,hadis No:1320 ve 3029
6-Nisa Sûresi;ayet:29
7-Bakara Sûresi;ayet:195
8-Rûm Sûresi;ayet:21
9-Nûr Sûresi;ayet:23-24
Devamını Oku

HİCRETİN ANLAM VE ÖNEMİ


HİCRETİN ANLAM VE ÖNEMİ
   “Oku”parolasıyla Hira dağındaki mağarada yakılan iman meş’alesi,ruhlar âleminde,”Ben sizin Rabbınız değil miyim?”İlâhî buyruğuna”Evet”diyen talihli kimselerin kalplerini kısa zamanda aydınlattı.Allahu Tealâ,sevgili son Peygamberine gönderdiği ilk vahiyde “Ey Muhammed!Yaratan,insanı pıhtılaşmış kandan yaratan Rabbinin adıyla oku!Oku!Kalemle öğreten,insana bilmediğini bildiren Rabbin,en büyük kerem sahibidir”(1)buyuruyordu.
   Bu İlâhî vahyin korku ve dehşetiyle hemen eve giden Hz.Peygamber,”Beni örtün,beni örtün”diye Hz.Hatice’ye seslendi.Biraz dinlendikten sonra durumu ona anlattı.Hz.Hatice’nin olup bitenlerden haberdar ettiği amcazadesi Vakara bin Nevfel,Fahr-i Âlem Efendimize “Müjde ey Muhammed,Sen Meryem’in oğlu İsa’nın haber verdiği âhir zaman Peygamberisin.Sana görülen melek,Musa’ya da gelen Namus-ı Ekberdir,yani Cibril Aleyhisselam görünmez oldu.Üç yıl sonra”Ey örtüye bürünen Muhammed!Kalk da uyar.Rabbini yücelt.Giydiklerini temiz tut.Kötü şeylerden sakın”(2)meâlindeki ayet-i Celilelerde yine vahiy gelmeye başladı.
   Resulullah’ın davetine uyup ilk Müslüman olma şerefine erişenlerin başında Hz.Hatice,Hz.Ali,Hz.Zeyd bin Harise ve Hz.Ebû Bekir gelir.Diğerleri peyderpey onları takip ettiler.Önceleri Hz.Peygamber’in İslâma daveti gizliydi.”Artık sana buyrulanı açıkça ortaya koy,puta tapanlara aldırış etme”(3)İlâhî emri geldikten sonra Allah Elçisi,halkı alenen hak dine çağırmaya ve Kur’an-ı Kerim’i açıkça okumaya başladı.Ancak kadın-erkek,fakir-zengin,zayıf-kuvvetli ayrımı olmaksızın herkesin eşitliği ve Puta tapmanın,Allah’a ortak koşmak olduğu gibi İslâmi prensipleri kabul etmek müşriklere güç gelerek Peygamberliğinden önce Muhammed’ül-Emin,yani doğru Muhammed dedikleri Allah Elçisi’nin davetini kabul etmedikleri gibi,O’na karşı düşmanlıkta birleşip,kendisini himaye eden amcası Ebû Talib’e yeğenini davasından vazgeçirmek için başvurdular.Ebû Talip,Resulullah’a meseleyi aktarınca,Peygamber(S.A.V.),”Amca,müşrikler bir elime ay’ı bir elime güneşi verseler yine de yüce davamdan vazgeçmem”diyordu.
   “Yakın akrabalarını uyar”(4)meâlindeki ayet-i Kerim’e inince,Resul-i Ekrem,bu İlâhî emri yerine getirmek için üzere Safa tepesine çıkarak başta akrabaları olmak üzere orada  toplananları hak dine davet etti.Allah Elçisi,onlara”Şu dağın ardında bir düşman var,gelip sizi yağma edecek desem bu sözüme inanır mıydınız?”diye sordu.Hepsi “evet”dediler.Bunun üzerine Resul-i Ekrem,”Öyleyse,ben sizi önünüzdeki Kıyamet Günü’nün azabı ile uyarmaya memurum.İman ediniz”buyurdu.Bu teklife kızan Ebû Leheb,ağzını bozdu ve “Bizi bu söz için mi çağırdın?”diye yeğenini azarladı.
   Müşrikler,himayesiz olan Müslümanlara büyük sıkıntılar veriyorlardı.Ammar’ın annesi Sümeyye(R.A.)’ya İslâm dininden dönmesi için eziyet ederlerken Ebû Cehil gidip bir kaygı ile Onu şehid etmişti.Bilâl-i Habeşî,Ammar bin Yasir gibi kimsesizlere yapılan işkenceler günden güne artmaya devam ettiğinden Fahr-i Alem Efendimiz,peygamberliğinin beşinci yılında Müslümanlara Habeşistana hicret etmeleri için izin verdi.İlk giden kafile iyi karşılanınca arkasından birçok Müslüman,onları takip ettiler.Habeşistanda Müslümanların çoğalmasından ve İslâm dininin etrafa yayılmasından telâşa düşen müşrikler,Müslümanları geri çevirmek için Abdullah bin Ebû Rebia ile Amr bin As’ı Habeşistana gönderdilerse de,Habeşistan kralı Necaşi,Müslümanlardan Cafer bin Ebû Talip (R.A.)ile konuşması sonucu onları vermedi.Ancak Kureyşin Müslüman olduğu yolunda yanlış bir haber almaları sonunda Müslümanlar,kendileri döndüler.
   O sıralarda Resulullah’ın amcası Hz.Hamza Müslüman olmuştu.Buna kızan müşrikler,Resulullah’ın mübarek vücudunu ortadan kaldırmak için karar alıp,bu görevi yerine getirmek üzere Hattab’ın oğlu Ömer’i yola çıkarmışlardı.Ancak O,giderken Müslüman olduğunu yolda haber aldığı kız kardeşinin evine uğrayınca orada duyduğu Allah Kelâmının tesiriyle gerçeği anlayarak Resulullah’ın yanına varıp Kelime-i Şehadet getirdi.Müslümanların günden güne çoğaldığını ve Müslümanlığın kuvvetlendiğini gören Müşrikler,peygamberliğin yedinci yılı başında  Müslüman olsun olmasın bütün Kâbeye astılarsa da İslâm dininin yayılmasına engel olamadılar.
   Müşrikler,başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere Hz.Peygamberin eşsiz mucizelerini gördükleri halde iman etmemekle kalmıyor,İslâm dininin çevreye yayılmasını önlemek için menfi propaganda yapıyorlardı.Aslında onların yaptıkları şey farkında olmayarak Müslümanlığı etrafa duyurmak oluyordu.
   Peygamberliğin 10.uncu senesinde Ebû Talip ile Hz.Hatice vefat ettiler.Ebû Talip Müslümanlığı kabul etmemekle beraber,Resulullah’ı çok koruyordu,Müşrikler,onun vefatını fırsat bilerek Resul-i Ekrem’e evvelkinden daha da çok eza ve cefa etmeye başladıklarında Allah Elçisi,Zeyd bin Hârise(R.A.)ile beraber Taife gidip,orada Sakif kabilesi büyüklerini İslâm dinine çağırdı.Onlar ise,imana gelmek şöyle dursun,Hz.Peygamber ile alay ettiler,hatta içlerinden bazıları O’nu taşladılar.
   Peygamberliğinin 11.inci yılında Hac mevsiminde Medineden gelen Hazreç kabilesine mensup altı kişiyle karşılaşan Allah Elçisi,onları İslâma davet etmiş,hepsi Müslüman olmuştu.
   Resul-i Ekrem,ertesi yıl da ikisi Evs,geri kalanı Hazreç kabilesinden olmak üzere Medine’den gelen 12 kişi ile karşılaşıp biat almıştı.Bunlar,O günden sonra Allah’a ortak koşmayacaklarına,zina ve hırsızlık yapmayacaklarına ve çocuklarını öldürmeyeceklerine söz verdiler.O sıralarda Hz.Peygamber’in miracı vukû buldu ve beş vakit namaz bu miraç gecesinde Müslümanlara farz kılındı.Resul-i Ekrem,mi’racını ümmetine söyleyince,önce Hz.Ebû Bekir ve sonra diğer ashab tasdik ederek kendisini tebrik ettiler.Müşrikler ise,inkârlarında ısrar ettiler.
   Evs ve Hazreç kabilelerinin ashabdan birinin kendilerine Kur’an-ı Kerim’i İslâmiyeti öğretmek için medineye gönderilmesini istemeleri üzerine,Hz.Peygamber,bu iş için Mus’ab bin Umeyr’i görevlendirdi.Mus’ab(R.A.),Medine’ye gittiğinde oradaki Müslümanların sayısı kırka ulaşmıştı.Kısa zaman sonra İslâm dini Medine’ye yayıldı.
   Peygamberliğin 13.üncü senesi Hac mevsiminde Mus’ab(R.A.),Medineli 75 müslümanla birlikte Mekke’ye döndü.Allah Elçisi,Medine’li Müslümanlardan kendi nefislerini,aile ve çocuklarını korudukları gibi Müslümanları da koruyacaklarına dair biat istedi.Onlar da söz verdiler.Bunun üzerine Hz.Peygamber,Medine’ye hicret etmeye Müslümanlara izin verdi.Kısa zamanda Müslümanlar hicret ettiler.Mekke’de Resul-i Erkemle beraber,ashaptan yalnız Hz.Ebû Bekir ile Hz.Ali kalmıştı.
   Hz.Peygamber de hicret etmek istiyordu.Ancak kendisi için Allah’ın iznini bekliyordu.Hz.Ebû Bekir,Medine’ye gitmek istedikçe,Resul-i Ekrem,”Sabret,belki Cenab-ı Hak,sana bir yol arkadaşı ihsan eder”(5)buyururdu.
   Müşrikler,Medine’ye göçen Mekke’li Müslümanların orada kendilerine karşı bir güç oluşturacaklarını düşünerek bunun için çare aramak üzere toplandılar.Bu toplantıda bazı kimseler,”Hz.Muhammed’i bir yerde hapsedelim”,bir kısmı da “Bir tarafa sürelim,Ondan ancak böyle kurtulabiliriz”dedilerse de bu görüşler benimsenmedi.Sonunda Ebû Cehil”O’nu öldürmekten başka çare yoktur,fakat her kabîleden birer adam gidip,hepsi birden vurup öldürmelidir ki,katil belli olmasın.
   O zaman Haşimîler çaresiz diyete razı olurlar,bu suretle iş biter ve kan davası kabîleler içinde kaybolup gider”dedi.Ötekiler de bu fikri kabul ettiler.
   Bu kararın uygulanması için görevlendirilenler gece Resul-i Ekrem’in evinin önüne toplayıp,O’nun uyumasını beklediler.Cebrail(A.S.),gelip durumu Resul-i Ekrem’e haber verdi ve Medine’ye gitmek için izin verildiğini,Ebû Bekir’i de götürmeye memur olduğunu müjdeledi.Resul-i Ekrem,hemen Hz.Ali’yi çağırıp,kendisinde bulunan emânetleri teslim etti ve “Ey Ali,Medine’ye gidiyorum,bu emanetleri sahiplerine ver,ondan sonra sen de durma gel,fakat şimdi benim yatağıma yat ki,müşrikler beni uykuda zannetsinler”dedi.
  Ali(R.A.),Hz.Peygamber’in yatağına yattı ve yeşil hırkasını üzerine örttü.Allah Elçisi,bir avuç toprak alıp kapısının önünde bekleyen müşriklerin üzerine saçarak aralarından çıkıp gitti.Resulullah’ın gittiğini ve evde yatanın Hz.Ali olduğunu fark eden müşriklerin canı pek sıkıldı.”Muhammed’i kim bulursa 100 deve vereceğiz”diye her tarafa ilân ettiler.Allah Elçisi,o gece evden çıktıktan sonra bir yere gizlendi.Ertesi gün Hz.Ebû Bekir’e giderek Allah’tan hicrete izin verilmiş olduğunu,beraber gideceklerini bildirdi.Hz.Peygamber,o gün akşama kadar Ebû Bekir(R.A.)’ın evinde oturup,gece iki arkadaş yola çıktılar.Sevr dağındaki ıssız mağaraya girdiler.
   Kureyş arayıcıları ,Sevr dağının her tarafını dolaştıktan sonra içlerinden biri,şu mağarayı da arayalım deyince,bir diğerinin”Allah akıllar versin,orada ne işimiz var?Muhammed doğmadan örümcekler orada ağ kurmuş,sonra güvercinler yuva yapmış”demesi üzerine hepsi birlikte dönüp gittiler.Onların dediklerini mağarada Resul-i Erkemle,Hz.Ebû Bekir duyuyorlardı.İki arkadaş,mağarada Resul-i Ekremle,Hz.Ebû Bekir duyuyorlardı.İki arkadaş,mağarada üç gün kaldıktan sonra daha önce kararlaştırıldığı gibi yakınlarının getirdikleri develere binip Medine istikametine yola çıktılar ve kendilerini yakalayana vaat edilen yüz devenin tamahı ile arkalarına takılan müşriklerden bir zarar görmeden uzun bir yolculuktan sonra Medine’ye bir saatlik mesafede bulunan Kuba’ya vardılar.Orada kaldığı 14 günde ashabıyla birlikte Kuba Mescidini inşa eden Hz.Peygamber,bir Cuma günü Medine’ye gitmek üzere yola çıkıp,Ranuna vadisinde Cuma namazını kıldırdı.Hz.Peygamber’in ilk kıldığı bu Cuma namazının hutbesinin bir bölümü meâl olarak sunuyorum:
   “Ey insanlar,sağlığınızda ahretiniz için tedarik görünüz,muhakkak bilmelisiniz ki Kıyamet gününde herkes sorumludur.Herkes çobansız bıraktığı  koyunundan sorumlu tutulacaktır.Sonra Cenab-ı Hak ona tercümansız ve vasıtasız diyecek ki benim Resulüm gelip de emirlerimi  bildirmedi mi?Ben sana mal mülk verdim,pek çok iyiliklerde,ihsanlarda bulundum,sen kendin için ne getirdin?Bu soru ile karşılaşan,sağına,soluna bakacak bir şey göremeyecek,önüne baktığı zaman Cehennem’i görecek o halde uyanınız,bir yarim hurma kadar iyilikle bir hayır işleyerek ateşten korununuz,onu dahi bulamayan şükretmesini bilsin.O suretle olsun ateşten kurtulsun.Bir hayır için on katından yediyüz misline kadar sevap verilir.Allah’ın selâm,rahmet ve bereketi sizlerle olsun.”(6)
   Cuma namazından sonra yoluna devam eden kafile Medine’ye girerken büyük bir sevinç ve coşkuyla karşılanmıştı.Herkes Resulullah’ı evinde ağırlamak için can atıyor,devesinin yularına sarılıyordu.Ancak Hz.Peygamber,kimseye ayrıcalık tanımamak için devenin çöktüğü yere evi en yakın olan Halid Bin Zeyd(Ebû Eyyüb el-Ensarî)’ye misafir oldu.
   Hicretin insanlara sağladığı faydalar sayılmayacak kadar çoktur:
Hicretle Müslümanlar arasındaki ilişkiyi sağlayan selâm yaygınlaştırılmış,yoksulların doyurulması ve akrabalar arasındaki sevgi ve saygının koruması gibi hususlara büyük özen verilmiştir.Mescid-i Nebi inşa edilerek,Allah’a kulluk görevinin yayılmasına,cemaatin teşekkülüne,birlik ve beraberliğin güçlenmesine imkân sağlanmıştır.İslâm çarşı ve pazarı kurularak,şehrin iktisadî hayatı Musevîlerin hakimiyetinden kurtarılmıştır.Muhacirlerle Ensar arasında kardeşlik kurularak,samimi bir dayanışma sağlanmıştır.Suffa okulu kurularak,İslâm toplum düzeninin esasları vahiy ışığında ashaba plânlı olarak aktarılmıştır.Müslümanlarla Musevîler bir anlaşma imzalayarak buna göre taraflar,dostluk ortamı içinde ilişkilerini sürdürmeyi,birbirlerinin dinî inancına karışmamayı,şehir düşman hücumuna uğrarsa,ortak savunma içine girmeyi,iki toplumdan biri üçüncü bir tarafla savaşma durumunda kalırsa,diğeri ona yardım etmeyi,iki taraftan savaşma durumunda kalırsa,diğeri ona yardım etmeyi,iki taraftan birinin başkalarıyla yapacağı,sulhlara diğeri de katılmayı ve diyetleri belli esaslar dahilinde ortaklaşa ödemeyi karara bağlamışlardır.
   Hicretle Müslümanlar,hürriyete,devlete,ekonomik hayata,ilme,irfana,hoşgörüye,özveriye ve sorumluluk duygusuna kavuşmuşlardır.
   Hicretin mâna ve önemini anlamak ancak onu hazırlayan tarihi gerçekleri iyi bilmekle mümkün olur.


_____________________________
1-Alâk Sûresi;Ayet:1-5
2-Müdessir Sûresi;Ayet:1-5
3-Hicr Sûresi;Ayet:94
4-Şuarâ Sûresi;Ayet:214
5- Kısas-ı Enbiya C.L-K.1/113
6- Hz.Muhammed ve Hayatı,sh:170
  
Devamını Oku

KADER VE KAZAYA İMAN İNSANI SORUMLULUKTAN KURTARMAZ


KADER VE KAZAYA İMAN İNSANI SORUMLULUKTAN KURTARMAZ
   Dinimizin inanç esaslarından biri olan kadere iman,ince ve anlaşılması zor bir konudur.Kader,Cenab-ı Hak’kın ezelden sonsuza kadar olacak şeyleri oluş şekil ve zamanlarıyla önceden bilip hükme bağlamasına denir.Kaza ise önceden plânlanmış bu olayların zamanı gelince vukû bulmasıdır.Kader ve Kazaya iman,Allah’ın ilim,idare,kudret ve tekvin sıfatlarına iman etmenin zaruri bir neticesidir.Kader ve kazaya iman insanı sorumluluktan kurtarmaz.Cenab-ı Hak,insana akıl ve düşünce yeteneği vermiş,doğru ve yanlış yolu göstermiştir.İnsan,sahip olduğu hür iradesini bu iki yoldan hangisinde kullanırsa,İlâhî Takdir o yönde tecelli eder ve tercihinin karşılığında mükâfat veya ceza görür.
   Sağlığımızı ve malımızı korumak görevlerimiz arasındadır.Sağlığımızı içki içerek,uyuşturucu kullanarak bozmak,malımızı gereksiz yerlerde ve işlerde israf etmek gibi irademizle ilgili davranışlarımızdan sorumluyuz.Fakat arzumuz ve gücümüz dışında sağlığımızın bozulmasından,malımıza bir zarar gelmesinden sorumlu değiliz.Aynı şekilde gerek namaz kılmak,oruç tutmak gibi ibâdetler ve gerekse hırsızlık yapmak,kumar oynamak gibi haram işler,insanın iradesine bağlı olarak gerçekleşir.Ama sel ve deprem gibi âfetlere uğraması,falan ya da filan aileden dünyaya gelmesi,renginin siyah veya beyaz olması insanın kendi iradesine bağlı değildir.Yüce Rabbimiz,irademiz dışında vukû bulan olaylardan bizi sorumlu tutmaz.Bu,İlâhi adaletin bir gereğidir.
   Kader konusundaki incelikleri kavrayamayan bazı kimseler,Allah’ın takdirini hiç hesaba katmadan insanın her istediğini yapabileceğini düşünürken,bazıları da bunun aksine kendi iradelerini saf dışı bırakıp,karşılaştıkları olayları doğrudan Allah’ın takdirine bağlayarak,sorumluluklardan kurtulmaya çalışmaktadırlar.Bu her iki görüş de yanlıştır.Zira,kaderde kulun isteme,yönelme ve elde etme işi ile Allah’ın yaratma fiili birlikte,aynı anda gerçekleşmektedir.Başka bir deyişle,kaderde Allah’ın iradesiyle kulun iradesi iç içedir.Yani isteme ve yönelme bizden,yaratma Cenab-ı Hak’tandır.Sorumlu oluşumuzun sebebi,kendi arzu ve hür irademizle işe yönelmemizdendir.
   Bu gerçeği göz ardı ederek bir işte ulaşılan güzel sonucu kendimizden bilip,hoşumuza gitmeyen neticeyi,vukûna kadar bizce belli olmayan kaderimize bağlamak ve olup bitenlerden sıyrılmaya çalışmak,kurtuluş çaresi değildir.Bize düşen,yaptıklarımızdan sorumlu olduğumuzun bilinci içerisinde daima iyiye,güzele,doğruya yönelmek,çalışmak,elden gelen bütün gayreti sarfetmek,işi hayırla sonuçlandırması için yüce Rabbimize niyazda bulunmaktır.Girişimlerimiz isteğimiz doğrultusunda gerçekleşmediğinde ya da irade ve yönelişimize ters düşen olaylarla karşılaştığımızda bunların bir İlâhi Takdir ve imtihan olduğunu düşünmeliyiz.
   Kader konusunda Sevgili Peygamberimizle bazı sahabileri arasında geçen bir sohbeti Ali İbn Ebî Tâlib (R.A.)şöyle anlatmıştır:Bir defasında Bakiu’l-Gard mezarlığında bulunuyorduk.Yanımıza Hazreti Peygamber geldi ve oturdu;biz de etrafına oturduk.Elinde bir dal parçası vardı.Başını eğdi ve düşünceli bir şekilde yere sopa ile çizgiler çizmeğe başladı.Sonra şöyle buyurdu:
   “Sizden hiçbir kimse,yaratılmış hiçbir nefis yoktur ki,Cennet ve Cehennemdeki yeri bilinmiş olmasın.”Yanındakiler:”Ya Resûlallah,şu hâlde ne diye çalışıyoruz,her şeyi bırakıp tevekkül etmeyelim mi?”dediler.Peygamber (S.A.V.)”Hayır,çalışınız,herkes ne için yaratıldı ise,onun için hızlandırılır”(1)buyurdu;sonra:”Kim verir ve sakınırsa,en güzeli de tasdik ederse,biz de onu en kolaya hazırlarız.Kim cimrilik eder,kendini müstağni sayar,en güzeli de yalanlarsa,biz de onu en zora hazırlarız.”(2)mealindeki ayetleri okudu.
   Görüldüğü gibi,tedbir almak takdire aykırı olmayıp,aksine dinî emirlerin gereği olan bir görevdir.Allah Tealâ her insanın rızkını takdir etmiş ve rızkın ancak kulun gayreti ile elde edileceğini bildirmiştir.Hazreti Peygamberin Cennet’lik olduklarını kendilerine haber verdiği on sahabî,”Biz zaten Cennetliğiz”deyip oturmamışlar,ömürlerinin sonuna kadar kendilerine düşen her görevi en güzel şekilde yerine getirmeye gayret etmişlerdir.
   Sevgili Peygamberimiz, ”Tedbir gibi akıllılık yoktur.”(3),”Önce deveni bağla,sonra tevekkül et.”(4)şeklinde Müslümanlara öğütte bulunmuşlardır.Medine’ye hicreti sırasında müşrikleri oyalamak ve şaşırtmak için Hazreti Ali’yi yatağına yatırması,Medine’nin ters istikametine giderek Sevr Dağında mağarada gizlenmesi,gece yolculuğunu ve işlek olmayan yolları tercih etmesi O’nun kader anlayışını ve sözlerine uygun davranışlarını sergileyen örneklerdir.Kendine düşen çalışmayı yapmadan ve gerekli tedbirleri almadan körü körüne tevekkül etmek doğru olsaydı,çalışma ve tedbir alma konusundaki dinî emirlerin bir anlamı kalmazdı.
   Hazreti Peygamber,müminlere kader ve kazaya iman etmekle yetinmelerini emretmiş,bu mevzuda tartışmaya girmekten onları menetmiştir.Allah Elçisi’nin bu konuya karşı hassasiyetini sergileyen ibret dolu şu olayı hatırlatarak yazımı noktalıyorum:
   Ebû Hureyre ve Enes İbn Malik (R.A.)dan rivayet olunduğuna göre;bazı kimseler kader meselesini tartışırlarken Hazreti Peygamber ansızın gelmiş ve ne konuşulduğunu öğrenince,hiddetle “Siz bununla mı memursunuz,yoksa ben size bunun için mi gönderildim.Sizden öncekiler bu konuda tartıştıkları için helâk oldular.Sakın bu meseleyi münakaşa etmeyiniz”(5)buyurmuşlardır.

______________________________________
1-     Tac Tercemesi,5/343
2-     Leyl Sûresi;ayet:5-10
3-     Feyzü’l-kadir 6/434
4-     Feyzül’l-kadir 4/530
5-     Abdü’l-Kerim el-Hatib:El-Kaza ve’l-Kader sf:228-230

Devamını Oku

DOST VE ARKADAŞIN İNSAN HAYATI ÜZERİNDE BÜYÜK ETKİSİ VARDIR


DOST VE ARKADAŞIN İNSAN HAYATI ÜZERİNDE BÜYÜK ETKİSİ VARDIR
   Samimi,vefakâr ve güvenilir kimselerle arkadaş olmak,dostluk kurmak büyük bir kazançtır.Zira gerçekten iyiliğimizi isteyen,bizi içten seven kimselerden bize kolay kolay zarar gelmez.Hele dostumuz,ilim,irfan,zühd ve takvâ sahibi ise,ondan alınacak feyz,hiçbir maddî fedakârlıkla elde edilemeyecek derecede kıymetlidir.
   Dostluk için akrabalık ve komşuluk ilişkileri,okul,iş ve yol arkadaşlığı gibi vesileler vardır.
İyi dost,sıkıntılı zamanında sevdiği kimsenin yardımına koşar ve ona destek olur.Kötü dost ise,insanı ayartarak zararlı iş ve davranışlara yönlendirir.Bunun için arkadaş edinirken çok dikkatli olmalı ve dürüst gibi görünen herkese aldanmamalıdır.Bir hadis-i şerifte mealen:
   “Kişi dostunun yolundadır.O halde sizden her biriniz dost edineceği kimseye iyi dikkat etsin”(1)buyrularak dost ve arkadaşın insan hayatı üzerindeki önemi belirlenmiştir.
   Özellikle çocukların birbirleriyle olan arkadaşlıklarında ana ve babaların daha da dikkatli bulunmaları gerekir.Çocukları aldatmak ve kötülüğe yöneltmek daha kolay olduğundan,onları ergenlik dönemlerine kadar korumalı ve herkesle arkadaşlık kurmalarına müsaade etmemelidir.
   Dost vardır,samimi ve fedakârdır.Dostunun sevinç ve kederini paylaşır.Böyle bir dosta sahip bahtiyarlıktır.
   Dost vardır,sırf menfaati için dost görünür.Böylesi bir kimse,menfaati devam ettiği sürece,dost gibi davrandığı kimsenin işlerinin bozulmasını arzu etmez.Fakat,onun mutluluğunun sona ermesine üzülmeyeceği gibi,muhtaç düştüğü zaman da yardımına koşmaz.
   Dost vardır,hilekârdır.Dostunun iyiliklerini görmemezlikten gelir.Fenalıklarını bulup,herkese duyurmaya çalışır.İşte Sevgili Peygamberimiz bu gibilere karşı Allah Tealâ’ya şöyle dua ve niyazda bulunuyor:
   “Allah’ım,hilekâr dosttan Sana sığınırım.O dost ki,bana dost nazarıyla bakar,halbuki kalbi beni murâkabe eder yani gözetip,denetler.Bende bir iyi amel görürse örter ve bir hatâ görürse etrafa yayar.”(2)
   Bazı dostlar da vardır;sorumluluğun ölçü ve sınırını bilmez ve arkadaşlarını da kendileri gibi günahkâr yapmaktan zevk alırlar.Bu bedbahtlar “Canım sen gel de benim gibi yaşa,bunda bir günah varsa bana olsun.Hele gel otur,bizim gibi eğlen,hayatın tadını çıkarmaya bak.Canım sen o softaların sözüne kulak verme,onlar hep Cehennem’den söz edip dururlar.Sen kendi çıkarına bak…”şeklinde birçok ölçüsüz ve gerçek dışı sözler söyleyip,müminleri ayartmaya çalışırlar.Kur’an-ı Kerim’de hem ayartmak isteyenler,hem ayartılmak istenenler şu mealde uyarılıyor:
   “İnkâr edenler,inananlara:Bizim yolumuza uyun,sizin günahlarınızı biz yüklenelim,derler.Halbuki onların hiçbir günahını yüklenecek değillerdir.Gerçekte onlar,kesinlikle yalan söylemektedirler.”(3),”Gerçekten hiçbir günahkâr,başkasının günah yükünü yüklenemez.”(4)
   Başkalarını elden geldiği kadar Allah’a kulluğa ve iyiliklere çağırmanın,fenalıklardan  sakındırmaya çalışmanın pek büyük ecir ve sevabı vardır.Bu noktaya husus değinen bir hadis-i şerif mealen şöyledir:
   “Bir kimse insanları sapıklığa davet eder de ona uyulursa,uyanların günahlarından bir şey eksiltilmemek üzere bütün onların günahlarının misli o şahıs üzerinedir.Bir kimse doğru yola davet eder de ona uyulursa,uyanların sevaplarından bir misli,O şahıs üzerine olur.”(5)
   “Dost ağlatır,düşman güldürür.”,”Dost sözü acıdır.”,”Dost başa,düşman ayağa bakar.”,”Dost kara günde belli olur.”,”Dostun attığı taş baş yarmaz.”gibi atasözleri,toplumumuzda dostluğa verilen önemi açıkça belirtir.
   Bir hadis-i şerif ve iki ayet-i Kerime sunarak yazımı noktalayayım.Hadis-i şerif şu mealde:
“Allah katında arkadaşın hayırlısı,arkadaşına hayırlı olanıdır.Allah katında komşuların hayırlısı da,komşusuna hayırlı olanıdır.”(6)Ayet-i Kerimelerin mealleri şöyle:
   “O gün,Allah’a karşı gelmekten sakınırlar dışında,dost olanlar birbirlerine düşman kesilirler.”(7),”Müminler,müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin.Kim bunu yaparsa,artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur.Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır.Allah,kendisine karşı(gelmekten)size sakındırıyor.Dönüş yalnız Allah’adır.”(8)



__________________________________
1-250 Hadis,sf:72
2-250 Hadis,sf:78
3-Ankebût Sûresi;ayet:12
4-Necm Sûresi;ayet:38
5-250 Hadis,sf:111
6-250 Hadis,sf:121
7-Zuhrûf Sûresi;ayet:67
8-Al-i İmran Sûresi;ayet:28
Devamını Oku